Kimin Umurunda
KİMİN UMURUNDA?
“Ona dair ilk anımsadığım bakışlarındaki rüzgârdı. Bir serinlik hissi... Hani olur ya, birdenbire içiniz ürperiverir de, esintinin nereden geldiğini bilemezsiniz.”
Lunatic
Bedenimi dün geceye emanet etmiştim. İçmiş yazmış, içmiş sızmışım.
Saat sabah, zaman öğlene sabah var ve ben yine günün en uyumam gereken saatlerinde gereksizce uyanıverdim. Salak uykum, bir sıçrayışta başıma tüneyip, yorgun bedenimi çekip aldı uyku halinden.
Uyandım, ayılamadım.
Bedenim ruhumla tam olarak kucaklaşamadı henüz. Bayık bakıyorum çevreye; tam karşımda alkol köşesi, dün ve benzeri gecelerin aşina şişeleri... Şaraplar uzanmış-yorgun, tekila-votka kol-kola. Ben devrildim, uyudum; onlar dimdik ayakta. Aynada bir çocuk, olsa olsa 16,5 yaşında, şu ânda tam da gözümün elifine bakmakta.
Terli bedenimin tüm ısrarlarına rağmen, nemli çarşaftan sıyrılarak banyoya yöneldim, ışığı açtım.
-Tünaydın lan banyo, ben geldim.
Saygıda kusur etmemeye özen göstererek, uzun uzun işedim. Rahatlatıcı, keyifli ve tek sesliydi. Sifonu çekip, gerekli alkışları alarak lavobaya yöneldim. Sırlı camda gayet yorgun, hayli argın görünen suretimle gözüşüp, yüzümü bile yıkamadan dışarı attım kendimi.
İstikâmet mutfak.
Yeterli ısıya ulaşmış suyu, kahveye dönüştürmenin mutluluğuyla odama döndüm. Kahvem yarılanırken, bu kez ‘pencere’ adı verilen ‘o’ cama yöneldim. Sırsız camın ardında, sabah itibariyle acımasızca parıldayan güneş, güne hâkim gülümsüyordu yukarıda.
Az biraz önce aralanan gözlerim; göz-kapak mesafesini yarılamanın memnuniyetsizliğiyle, güne ve güneşe kızgın kızgın baktı. Salak güneşse hiç oralı olmadı, ışıldadı durdu.
-Siz de bir kahve almaz mıydınız, sayın güneş?
Kapı çalındı, gelen Edip Cansever. Bir telaş buyur ettim şairi içeri. Birlikte kahvaltıya geçmeden önce dedi ki:
“Şurasından burasından bakınca yaz bitti artık
Acıydı
Daha büyük acılara hazırlık”
Sene 1974... 21 yıl gecikmeli yankılandı dizeler kulaklarımda. Kadir-şinas dostumla yazıldık kahvaltıya, sabah hüznünü incelten bir tiner kokusuyla. Kahvaltı bitince, takıldı güneşin peşine, sessizce gitti Cansever. Güle güle bile diyemedim.
Zaman su gibi akıp gitmişti onunla. Zaman ve su... Su gibi zaman... Cümle arasına ortalanan ‘gibi’nin önemi çok. ‘Gibi’ olmazsa, zamanın hiç önemi yok. Hani yoksaysak bir ân için –bu parlak sabahın jönü- ‘gibi’yi, su yapsak zamanı ve isteyen doldursa leğenini, küvetini onunla. Hatta dondursa gelmekte olan kışla. Olay karşısında donup kalsa zaman ve bir daha hiç ısınmasa havalar. Dileyen de suya sele dönüştürüp, şelaleliyebilse zamanı. Bir ânda gelip geçerken ömürler, 'zaman' da serinlese.
Peki ya buhar edip uçursak ne olur? Kâinat buna çok fena bozulur mu? Kızar mı? Küser mi? Keser mi?
Peki ya Tanrı girip devreye,
-Zaman’la oyun olmaz ey kâfirler,
dese ne bok yeriz?
Yeni bir kahve için beklemem gerekiyordu, sigarayı da beklettim. Güneş hâlâ ışıldıyor, kahvem geliyor. Aslında kahve dediğim, yazdan demini almış, bir fincan sıcak köpüklü sabah.
İçiyorum.
Ben güneşe, güneş yakın çevresine kızgın, beraberce yazılıyoruz aşka, bir sabah vakti. Aşk henüz bizden habersiz, aşk henüz bizsiz. Sanki aşk için çok erken gelmişiz, orası biraz belirsiz.
İşte böylesine boktan sabahlar da vardır zaman içinde, yudumsal kriterlerle bir yudumda tüketilebilen. İşin tuhaf yanı, hiç tuhaf gelmiyor tüm bunlar bana. Sanki bugün her şey olabilirlik sınırında.
O’nun yokluğunda önem kazanan ‘zaman’ın en bildik notasındayım belki şu ân. Tam nakaratındayım onsuzluğumun.
O’ndan yoksun saatler, yazı konusu deyimler gibi suya-sele dönüşüp şelalelenmiyor kolayca. Sanki doğan her günün babası benmişim gibi, sezaryenle çekip alamıyorum saatleri. Bu bölücü duvarların arasında besteliyorum yalnızlığımı, kıvançlı-kıvançsız tüm majörlerin yardımıyla.
Bir kaç satır daha yazabilseydim... Ah keşke!...
Genelde günün ilk ve son saatlerinde yaşanan; bu tanımı zor zaman aralıklarında, daha ayılamadan düşerim ben aşka.
Hep sıcak, koyu bir kahve kaldırır beni sonra. Ve bir kahve, ve bir kahve daha... Sonra... Artık aşk da kim oluyor ki benim yanımda?
Siktirip gidebilirsin, sayın aşk. Belki gece yine görüşürüz.
Olmazsa sabaha!..
Ayvalık, 1995