Acıyı Arada Çektik
ACIYI ARADA ÇEKTİK
Karnım çok aç, derhal bir şeyler yemeliyim. Sanırım; şöyle karışık, kocaman bir tost, dindirebilir midemin çektiği ızdırabı.
-Sevgili ayaklarım, hemen en yakın büfeye çekiniz bedenimi.
Arş arş!
Serbest düşünmeye de pek vakit kalmıyor bu yaşam gailesinde. İş-güç-koşuşturma hep. Genellikle ya yolcusuz bir araba kullanırken ya da ferdi çıkılan yürüyüşlerde özgür kalabiliyor zihin bugünlerde.
-Büfeye kadar izinlisin beyinciğim. Açlık hissini geçici olarak ertelemeni emrediyorum. İkinci bir emre kadar serbestsin. Rahat!
Serbest düşünme.
Bir varmış, iki hâlâ yokmuş.
‘Var mı yok mu bilinmez’ bir zamanda bir ülkenin kralı, dünya tarihine merak salmış. Müneccimini huzuruna çağırtıp, dünya tarihi hususunda bir eser yazmasını emretmiş. Günler ayları, aylar yılları kovalamış ve sonunda müneccim on ciltten oluşan eserini tamamlamış. Derhal bu dev eseri padişahına sunmuş. Lâkin padişah eseri pek bir uzun bulmuş. “Bu çok uzun, vakit bulup okuyamam, sen en iyisi bunu biraz kısalt da öyle getir”, buyurmuş. Müneccim günlerce çalışıp, üç cilde indirmiş dünya tarihini. Ama padişah yine uzun bulmuş. Koca dünya tarihi bir cilde inmiş, padişah bunu gene uzun bulmuş. Ve en nihayet müneccim çok fena sinirlenerek, bir kağıdın üzerine tek bir satır yazıp sunmuş padişaha. Padişah bunu okuyunca öylesine beğenmiş ki, müneccimini derhal ağırlığınca altınla mükafatlandırmış.
Padişahın dünya tarihi diye beğendiği tek satıra gelince: ‘İnsanlar doğdular, acı çektiler, öldüler’ imiş.
Bir yerde okumuştum bunu, çok sevdim. Dünya tarihine ilişmeden, müneccimlik etmeden birkaç satır eklemek istedim. Siz de padişahlık etmeyin lütfen.
Doğum günleri.
Doğum: dünyaya gelmek şeklinde tanımlanabilir hâlâ. Henüz başka gezegenlerde açamıyoruz gözümüzü. Tanım, bu küreye özgü kalıyor şimdilik. Baba spermlerin ana yuvaya doğru zamanda yerleşmesiyle başlayan üretim süreci, insan ömrünün törpüsü: ‘bir kadının bacak araları’nda son buluyor. Kurtulup, doğulunuyor.
-Merhaba lan dünya! Bugünü kutlanası bir gün olarak kayıtlara geç lütfen. Ben geldim, hoş geldim. Bugün benim doğum günüm.
Gereğinden fazla gerilmiş bir ipe mandallanmış, kuruma sırasını bekleyen yaşgünleri; bir süre sonra –ipini koparmışcasına- anlamsız bir hızla ard arda gelmeye başlarlar. Sanki hepimiz birer uzun yol şöförüyüz de, her molada bir bardak çay yanında bir de yaş alıyoruz misali. Nereye gittiğini bilenin olmadığına inandığım bir yol: ‘yaşam’ dediğimiz. Öyle ya, yaşıyoruz yaşıyoruz da nereye gidiyoruz?
Bugün benim doğum günüm, yarın sizin... Hiç hesapladınız mı, kaç bin gündür yoldasınız? Ve ne kadar da yorgunsunuz?
Ölüm günleri.
Ölüm: Hayatın son bulması. Ortadan kalkmak.
Kuruyacak çamaşır kalmaz günün birinde. Ölüveririm, ölüverirsiniz. Geride kalanlar hesaplarlar onca zaman neler tükettiniz, neler ürettiniz? Neleri öldürdünüz ve nelere nelere hayat verdiniz?
Ölüme giden yolun bir tarifi yok. Herkes her an ölebilir bir düzlem, bu yaşam denilen şey. An gelir, fiziken ölürüz hepimiz.
-Elveda lan dünya. Yaşamsal kayıtlardan düşebilirsiniz beni. Gittim ben artık. Unutmayın beni. Bugün benim ölüm günüm.
Ve arası.
Sadece çektikçe sünen acıyı değil, aldığımız her nefesi de salt arada yaşadık. Mutluluk o kadar az ki bu dünyada. Kavga, sinir, stres, sıkıntı, üzüntü, kin, nefret, rahatsızlık, gerilim, korku ve acı ile dolu doğan her yeni gün. Sevgiyi, sevinci, huzuru, rahatı, sakinliği, sevişmeleri, pişmanlığı, iyiliği ve mutluluğu ise çok aralarda yaşıyoruz.
İyi her şey arada oluyor, ne fena!
İşte kafamda bu düşüncelerle yanaşıyorum büfeye. Kaçıveriyor birden ağzımın tadı. Oysa ne kadar da acıkmıştım az önce. Beynimi toparlayıp isteksiz bir tavırla salıyorum cümlemi.
-Bana bir tost lütfen, arasında hiçbir şey olmasın!..
O Ocak 2000